Okuduğum çizgi romanların büyük çoğunluğunu süper kahraman çizgi romanları oluşturuyor. İzlediğim filmlerden sonra hayranı olduğum süper kahramanların hikayelerini okuyarak başladığım çizgi roman serüvenim uzunca bir süre süper kahramanlardan ibaret şekilde devam etti. Fakat bir süre sonra süper kahramanlar için okumaya başladığım çizgi romanlar, süper kahramanlardan daha çok ilgimi çekmeye başladı. Bu noktada da çizgi roman kültürü içerisindeki diğer türler ve ekoller ile tanıştım.

Güngezgini, benim bu aydınlanmamdan sonra adını çokça duyduğum, hemen hemen herkes tarafından çok beğenildiğini bildiğim ama henüz okumadığım bir eserdi. Yayımlandığı dönemden bu yana aldığı övgülerle ve topladığı ödüllerle adından sıkça bahsettirmiş, epey meşhur bir eser olmuştu. Eserin bu kadar övülmesi haliyle benim de beklentilerimi epey yükseltti.

Jeff Lemire’in Moon Knight (2016) serisinde de benzer bir durum yaşamıştım. Daha farklı sebeplerden dolayı da olsa henüz seriyi okumadan seriye yönelik beklentilerim artmış ve bu da beni korkutmuştu. Çünkü o incelemeden alıntı yapacak olursam:

“Bir hikayeye yönelik beklentinizin yüksek olması tehlikeli bir durumdur. Çünkü daha başlamadan beklentiyi yükseğe çıkarınca, normal şartlarda sevip hoşlanabileceğiniz hikayeyi, bu yüksek beklentileriniz sebebiyle sevemeyebilirsiniz. Bu durum çizgi roman, film, dizi, kitap, şarkı fark etmeksizin böyledir.”

Moon Knight serisini yine o yazıda kullandığım tabirle “bu handikapına rağmen” beğenmiştim ve benim beklentilerimi karşılamıştı. Tıpkı Moon Knight gibi daha okumadan beklentilerimin tavan yaptığı Güngezgini hakkında yapacağım yorumsa şu: Güngezgini, muhtemelen benim şu ana kadar okuduğum en iyi çizgi roman.

Hayattaki Anlar

Fazla iddialı bir yorum olduğunun farkındayım. Ve evet, bu kadar iddialı bir yorum yaparak sizin de beklentilerinizi (henüz yükselmediyse) yükselterek bir bakıma çizgi romandan alacağınız zevki tehlikeye sokuyorum ama inanın abartmıyorum. Çizgi romanı ilk bitirdiğim zaman bu düşüncedeydim ve o an çizgi romanı yeni bitirmiş olmanın etkisiyle bu düşünceye kapılmış olabileceğimi düşünüp kendime biraz zaman verdim. Üzerinden bir aydan fazla bir zaman geçti ve hala aynı düşüncedeyim.

Çizgi romanın ana karakteri Bras isimli babası gibi meşhur bir yazar olmak isteyen ama henüz buna çok uzak olan, gazetelerde ölüm ilanları yazan, yirmi bir yaşında, Brezilyalı bir genç. Bras, doğum gününde babasının onurlandırılacağı bir ödül törenine gidiyor. Törene gitmeden önce sigara almak için girdiği bir barda, barmenin yeğeni tarafından vurularak öldürülüyor.

Hikayenin ana karakteri nasıl ilk bölümde ölebilir şaşkınlığı içerisinde sayfaları çevirip sonraki bölüme geçtiğinizde bir kez daha şaşırıyorsunuz. Çünkü önceki bölümde soygun esnasında silahla vurulup öldürülen Bras, bir önceki bölüm ile alakasız bir yerde ve alakasız bir zamanda sapasağlam bir şekilde karşımıza çıkıyor.

Spoiler uyarısı vermeden ana karakterin öldüğünü, sonra da diğer bölümde tekrar karşımıza çıktığını söyleyerek çizgi romanın hikayesindeki sürprizi bozduğumu düşünüp bana küfürler ediyor olabilirsiniz ama etmeyin. Çünkü bu anlattıklarım hikaye açısından hayati öneme sahip bir sürpriz değil, aksine çizgi roman boyunca tekrar tekrar gördüğümüz bir hikaye kurgusu. Güngezgini’nin on bölümü boyunca Bras’ın farklı yaşlarda, farklı yerlerde, farklı şekillerdeki ölüm hikayelerini okuyoruz. Yaratıcı ekip Bras karakterinin hayatında kırılma anı diyebileceğimiz birtakım olaylar belirlemiş ve biz de kitabı okurken “Ya Bras burada ölseydi?” gibi bir kurguyu takip ediyoruz.

Edebiyat dilinde konuşacak olursam Güngezgini’nin hikaye anlatısında büyülü gerçekçilik akımı hakim -ki çizgi romanın yaratıcısı iki kardeşin Brezilyalı olduğunu göz önüne alırsak aslında bu çok doğal. Köken itibariyle Güney Amerika’dan çıkma olan bu akıma ait en önemli örneklerin yine Güney Amerikalı yazarlar tarafından verildiğini söyleyebiliriz. Gabriel Garcia Marquez ve Jose Saramago aklıma gelen ilk isimler. Yazının konusunu dağıtmadan çok basit bir şekilde açıklayayım: Büyülü gerçekçilik için doğal, gerçekçi ögeler ile doğaüstü, büyülü ögelerin bir arada kullanıldığı bir edebiyat akımı diyebiliriz.

Fabio Moon ve Gabriel Ba kardeşler de bu akımdan etkilenmişler ve etkilenmekle kalmayıp Güngezgini ile güzel bir örneğini vermişler. Baktığınız zaman hikayenin konusu “başarılı bir yazar olmak isteyen ana karakterimizin yaşam öyküsü” gibi oldukça olağan, anormallikten uzak ve dolayısıyla “gerçekçi” diyebileceğimiz bir konu. Fakat bu konuyu her bölümde ana karakterin tekrar tekrar ölmesi gibi “doğaüstü, büyülü” bir kurguyla birleştirip sunuyorlar.

Bu şekilde de hikayeyi basit bir kurgusal biyografi olmaktan çıkarıp üzerine düşündüren bir hale sokuyorlar. Hayat dediğimiz şey yaşadığımız pek çok andan oluşuyor ve biz çoğu zaman bu anları ıskalıyoruz. Oysa hiçbirimiz ölüme ne kadar yakın olduğumuzu, ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz. İki gün sonra veya beş dakika sonra hayatta olacağımızın hiçbir garantisi yok ama bunun bilincinde olmadan nefes alıp yaşadığımız anın kıymetini bilmeden hayatımızı devam ettiriyoruz. Elbette geçmişte yaşadıklarımızın etkisinden tamamen kurtulmak çok mümkün değil ve elbette hepimizin geleceğe yönelik bir takım beklentileri, planları olmalı. Fakat bunlar üzerine bu kadar kafa yorarken içinde bulunduğumuz anı yaşamayı da unutmamalıyız.

Bunun yanında her insan hayatı boyunca pek çok olumsuz olayla karşılaşıyor. Bu yaşadığımız olumsuzluklar her ne kadar o an için dünyanın en kötü şeyi gibi gözükse ve bazen bizi hiçbir şeyin düzelmeyeceği düşüncesine soksa da hayat sürprizlerle dolu. Buna bir sürü farklı örnek verilebilir. Bras’ın kitapta yedi yıllık sevgilisinden ayrılması, bunun sonrasında depresyona girmesi ve aynı bölümün sonunda gerçek aşkını bulması da Güngezgini içerisinden verilebilecek bir örnek.

Güngezgini’nin Edebi Dili

Çizgi roman maalesef halen daha gerek ülkemizde gerek de dünyada çok da saygı görmeyen bir alan. Amerika, Japonya, Fransa gibi çizgi romanın popüler olduğu ülkelerde bile çizgi romana olan bakış açısı çoğunlukla çocuk eğlencesi olmaktan öteye gidemiyor. Ben de çizgi romanlarla ilgili bir blog tutarken, yazdığım yazılarda yeri geldikçe çizgi romanın da bir sanat olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Benim vurgulamamın çizgi romanın saygınlığına ne etkisi olur sorusunu isterseniz boşverelim ve Güngezgini’ni konuşmaya devam edelim…

Her sanat dalını birbirinden ayıran farklı özellikleri var ve bu farklılıklar, her bir sanat dalını bazı konularda diğerlerinden daha güçlü ya da daha zayıf kılıyor. Çizgi roman, hem yazılı hem görsel anlatıya sahip ve bu anlatı çeşitliliğinin, çizgi romanı güçlü kılan özelliklerinden olduğunu söyleyebiliriz. Fakat aynı zamanda sadece yazılı ya da sadece görsel anlatı içeren sanat dallarına göre de daha zayıf kılıyor. Hiçbir edebiyat eserinde çizgi romanda görebileceğiniz görsel anlatıları göremeyeceğiniz gibi hiçbir çizgi romanda da edebiyat eserlerindeki yazılı anlatıyı bulamazsınız.

Öte yandan, çizgi romanın yazılı anlatı içermesi akıllara çizgi romanın edebiyata dahil olabileceği sorusunu da getiriyor. “Çizgi romanı bir edebiyat türü olarak mı değerlendirmeliyiz yoksa ayrı bir sanat olarak mı ele almalıyız?” sorusu açıkçası çok net cevap verebileceğimiz bir soru değil. Konunun akademisyenleri üzerine düşünüp kesin bir sonuca ulaşamazken, benim gibi basit bir okuyucunun bu tartışmaya son vermesi de tahmin edersiniz ki mümkün değil.

Bu noktada her iki görüşü de göz önüne alıp çizgi romanları yalnızca çizgi roman olanlar ve hem çizgi roman hem edebiyat olanlar olarak ikiye ayırdığımızı düşünürsek; Güngezgini’ni hem çizgi roman hem edebiyat olarak ele alabiliriz.

Ben kitap okurken beğendiğim kısımların altını çizerek bu alıntıları defterimde, bilgisayarımda tutmayı seviyorum. Güngezgini’ni okurken diğer okuduğum çizgi romanların aksine altını çizip kenara not almak istediğim çok daha fazla sayıda cümle oldu. Elbette, yukarıda daha detaylı değindiğim teknik sebeplerden ötürü Güngezgini’ni bu konuda iyi bir edebiyat eseriyle kıyaslamak biraz haksızlık olur. Fakat çizgi roman (ya da grafik roman) türünde, bu konuda diğer eserler arasından sıyrıldığını söyleyebilirim.

Her geçen gün birbirimize daha da uzaklaşıyoruz. Milyonlarca insanın arasında gitgide daha da yalnızlaşıyoruz. Her geçen gün şehrimizin, içinde bulunduğumuz dev bir çöle dönüşmesine tanıklık ediyoruz. Adına “aşk” dediğimiz bir vahayı arıyoruz. Biz beklemeyi sürdürdükçe, etrafımızdaki herkes ve hatta her şey parmaklarımızın arasından akıp rüzgara karışan kum tanelerine dönüşüyor. Gözlerimiz körelmiş. Burnumuzun dibinde olmasına rağmen göremediğimiz bir şeyi veya birini nasıl bulabiliriz? Bizim için hayattaki o en değerli şeye nasıl sımsıkı tutunabiliriz?

s. 62

Hayat böyle anlarla doludur evlat. İlişkiler böyle anlar, tercihler ve hamleler üzerine kuruludur ve diğer anılar yavaş yavaş silinmeye başladığında benim hatırlamayı sürdüreceğim tek an da bu. Çünkü o, diğerlerinin hepsini yaşamaya değer kıldı.

s. 64

Nitekim hikayede büyülü gerçekçilik akımının hakim olması da bu konuda söylediğim şeyi destekleyen bir diğer unsur. Bir çizgi romanın hikayesinde önemli bir edebiyat akımının hakim olduğunu görmek çok sık karşılaştığımız bir durum değil. Bu da Güngezgini’nin kalitesini ortaya koyan önemli detaylardan.

Pozitif Final

Güngezgini, ele aldığı konu itibariyle aslında nihilist bir sonuca ulaşmaya oldukça müsait bir eser. Her bölümde farklı bir yerde, farklı bir zamanda, farklı bir şekilde ölen bir karakteri merkeze alıyor ve buradan yola çıkarak “Ne zaman, nerede, nasıl ölürsek ölelim bunun hiçbir anlamı yok.” gibi bir mesaj verilebilir. Fakat Fabio Moon ve Gabriel Ba kardeşler, bunun yerine olumlu bir final yazmayı tercih etmişler.

Finalde artık yetmiş altı yaşına ulaşmış olan Bras’ı görüyoruz ve geride bıraktığı bu yetmiş altı yılda, hayat ve ölüme dair çıkardığı pozitif dersleri okuyoruz. Evet, hepimizin hayatı bir gün sona erecek fakat bu yaşadığımız veya yaşayacağımız hayatı anlamsız kılmıyor. Aksine hayat dediğimiz şeyin bir gün sonlanacak olması aslında hayatı daha anlamlı, daha değerli kılıyor. O son güne kadar yaşamın kıymetini bilmek, yaşadığımız anların keyfini çıkarmak yapabileceğimiz en doğru şey.

Çizgi romanın bu finali ve bu finalden çıkarabileceğimiz derslerle ilgili buraya daha bir ton cümle yazabilirim. Ama yazının önceki başlığında Güngezgini’nin bir çizgi romana göre oldukça sağlam bir ebedi dili olduğundan bahsetmiş ve buna örnekler vermiştim. Burada da benim çok beğendiğim bir alıntıyı koyarak bitirmek istiyorum.

Hayat bir kitap gibidir oğlum. Ve her kitabın bir sonu vardır. O kitabı ne kadar seversen sev son sayfaya gelirsin ve kitap biter. Sonu olmayan bir kitap eksiktir. Ve kitabın sonuna vardığında yalnızca o son kelimeleri okuduğunda kitabın ne kadar iyi olduğunu anlarsın. Gerçek gibi.

s. 218

Son

Sözün özü Güngezgini gerçekten çok kaliteli ve çok başarılı bir çizgi roman. Çizgi roman okuyan, çizgi roman okumaya başlamak isteyen herkese kesinlikle tavsiye ediyorum. Alacağınız zek benden fazla ya da daha az olur bunu bilemem ama okuduğunuz için asla pişman olmayacağınızdan eminim.